9 Mayıs 2024 Perşembe

Cıvıltılar 6

 İnsanın "mutlaklık" ihtiyacı bitmeyecektir. Ona ne kadar " Her şey değişiyor!" desek de değişmeyen şeylere ihtiyaç duyacaktır. İnsanlar sadece temel ihtiyaçlarının mutlaka karşılanmasıyla yetinmezler. Soylarının da mutlak şekilde korunacağını bilmek isterler

"İnsan soyu", biyolojiden ziyade bir kabul ve zihniyet ürünüdür. Yoksa biyolojik açıdan diğer türlerden hiç bir üstünlüğümüz yoktur. "Soyumuz" da bu açıdan salt biyolojik  bir mesnet değildir. "İnsan" soyu, kanın yanında,  değerler üzerinden de yürür.

İşte bu kan ve değer beraberliğinin "mutlaka" korunmasını sağlamak için "devletleşme" doğmuştur. İnsan soyunun hem doğaya hem de "düşman ötekilere" karşı "mutlaka" korunması ancak devletleşmeyle mümkün olmuştur.

(Buna karşılık bazı topluluklar "devletleşecek" seviyeye ne nüfus ne organizasyon gücü ne de fiziki cesaret ne kültürel üretim bağlamında ulaşabilmiştir.)

Toplumlaşabilen insanlar, devlet örgütlenmesiyle maddî, uluslaşmayla manevî olarak soylarının "mutlak" korunmasının yolunu bulmuşlardır. Bu yüzdendir ki "her şey değişse" bile devlet, ulus ve onların fiziksel yeri olan vatan "mutlaka" korunur.

Solun, liberalistlerin, ikisinin de desteğini alan etnik bölücülerin ve dincilerin saldırdıkları şey işte bu "mutlaklıktır". Her şeyi, sürekli değiştirmeye kalkarsanız söz gelimi, Almanlığı, Fransızlığı, Rusluğu, Türklüğü yıkmaya varırsınız.

Bu yüzden hiç bir ulus, "sürekli devrim" gibi Marksist bir "mutlaklığı" kabul etmez. Bunun yanında köksüz liberalistlerimizin dayattığı "kimliksiz demokrasi" de hiç bir ülkede yoktur. Etnikçilerin "her köye özerklik" hülyaları da en federal ülkelerde bile bulunmaz.

Türk Milleti, çağdaşı ulusların, yılların tecrübesiyle edindiği, sosyolojik olarak en kuşatıcı, hukuk egemenliğinin tek olası şekli ve askeri savunmaya en uygun devlet şekli olan ayrıca en fazla tecrübe sahibi olduğumuz "ulus devleti" ile mutlaklık tercihini yapmıştır.

Türk Milleti neyi "mutlak" kabul ettiğini, savaşta göstermiştir ve bu yüzden onun "mutlaklık" tercihi ahlâk ve siyasî meşruiyet açılarından tartışılamaz. Aynı şekilde hiç bir ulus da mutlaklık tercihini bir başkasına onaylatmaz.

Mutlaklık tercihini kendi topraklarında belirleyebilme durumuna egemenlik, egemenliği başkalarına kabul ettirebilmek gücüne de bağımsızlık denir. Bu yüzdendir ki yeni Anayasa tartışmaları doğrudan doğruya Türk Milletinin kanıyla belirlediği mutlaklarına bir saldırı teşebbüsüdür.

8 Mayıs 2024 Çarşamba

İnanç Özgürlüğünde Sınır Neresidir?


“İnandığımız gibi yaşamak” gerçekten iyi bir şey midir?

 

Bu soruyu cevaplamadan önce “inancın” neye benzediğine baksak belki de iyi olur.

 

İnanç, aklı kullanarak veya kullanmadan olguları, kavramları kesinlikle varsaymak ve onaylamak demektir.

 

Peki ama bu biraz da “kanaati/kanıyı” andıran bir tanım değil mi? İnsanlar bir şeyleri varsayıp onu onayladıklarında bunun inanç mı yoksa kanaat mi olduğunu nereden anlayabiliriz ki?

 

İnancın tanımındaki anahtar kelime “kesinlik”tir. Bu zarf bize kanaatin değiştirilemez ve açık olduğunu gösterir. Kısacası inanç  değiştirilemez ve açık/net bir kanaattir.

 

Kanaatlerimizi her an değiştirebiliriz ama inançlarımızı değiştirebilmek neredeyse imkânsızdır.

 

İnancın tanımında “aklı kullanarak” gerek şartını da kullandık ama “inanç” seviyesindeki bir kanaat, genellikle aklı pek az kullanır. İnanç, aklı kendi kendisini onaylamak için kullanır. İnanç akıldan kendi kendisini onaylayacak bir kapalı devre yaratır.

 

Peki ama böylesi bir kanaat toplum yaşantısını düzenleyebilir mi? Böyle bir kanaat bütün bir toplumu bir arada tutabilecek rızayı oluşturabilir mi?

Maalesef hayır. İnancın akla pek az başvurması ve değişmemek için akıl yoluyla kendisine bir kapalı devre yaratması, inançlıların diğer insanlarla diyalog kurmasını zorlaştırır. Çünkü bir kez “kesin inanca” girdiğimizde, üç şey meydana gelir.

 

Birincisi inancı yeterli görerek artık akla ihtiyacımız olmadığını düşünmeye başlarız.

İkincisi “düşünce” yerine inancın ezbere sözcüklerini sürekli tekrarlamaya başlarız.

Üçüncüsü de artık “düşünce” saydığımız ezberlerimiz dışında kalan bütün sözleri, “inançsızlık” olarak etiketler ve böylece diğer insanlarla diyalog imkânlarımızı gönüllü olarak ortadan kaldırırız.

 

İşte bu üç kaçınılmaz sonuçtan dolayı, “inandığımız gibi yaşamak” topluma tavsiye edilebilecek ve hele de dayatılacak bir şey değildir. Çünkü inandığı gibi yaşamak isteyen insanlar yalnızca inandıklarını yapmayı arzulamazlar, kendi inançlarının sınırlarına, onlara saygı duyulması adına çevrelerinin de uymasını arzularlar. Bu durum doğrudan doğruya “inancın” toplum hayatına bütünüyle egemen olması anlamına gelir.

İnancın sırf inanç olduğu için “tartışılamaz ve reddedilemez bir doğru1 olduğu kanaatiyle yaratılacak kuralların aklın muhakemesine taabi tutulması imkânsızdır. Çünkü “inanç” bir kere “ifade hürriyeti” hakkı kategorisine sokulursa ifade hürriyetinin akla dayanan özgürlük alanından yararlanmaya başlar.  Kendini akılcı eleştiriden “kutsallık” ve “hak” sıfatlarına sığınarak uzak tutan inancın, aklın yarar alanında at koşturması durumunda bir müddet sonra o alanda akla yer kalmaz.

 

“İnandığımız gibi yaşamanın” getirdiği kısıtlamaları diğer insanlara dayatamayız. Bu belki bizim “özgürlüğümüzü” kısıtlar ama aksi durumda sağlanabilecek özgürlükten çok daha fazlasını bize sunar. Bu basit bir hesap sorunu olarak düşünülebilir. “İnandığı gibi yaşayan “insanlara izin verildiğinde, toplumun geri kalanının onların inancına göre hayatlarını kısıtlamasıyla, sınırlı sayıdaki insanın inancının gereğinin toplumun geri kalanınca göz ardı edilmesi arasındaki fayda miktarı, “inancın yaşanması” seçeneğinin aslında bir seçene
k olamayacağını bize gösterir.

 

Bu yüzden inanç özgürlüğünde sınır, bireyin evidir. Birey kendi evinde neye isterse ona inanır, nasıl ibadet ediyorsa öyle eder. Buna karşılık o, evinin dışında inancının tavsiyelerini, emirlerini, kısıtlamalarını, kurallarını kimseye tebliğ edemez, tavsiye edemez, dayatamaz. İnanç evin sınırlarından dışarı çıktığı anda, diğer bireylerin özgürlüklerini, temel haklarını kısıtlayıcı bir emirler listesi haline gelir. Bir hukuk devletinde devletin rejimi ne olursa olsun böyle bir şeye izin verilemez. İşte inancın bireyin evinde “güven içinde “yaşanmasını ancak evin dışında kimseyi etkileyememesini sağlayan düzenleme, laikliktir.

 

Bugün dünyada sosyalizm nasıl romantik bir etik ezberle derece derece ekonomilere sızıyorsa; din de “inanç hürriyeti” savunmasıyla bizim gibi geri kalmış ülkelerde temel haklar ve hukuk çatısının altına sızıyor ve rejimleri kendine göre biçimlendiriyor.  Böylece etiketi (akılcı, beşerî) “hukuk devleti” olup da fiilen şeriatla yönetilen ülkeler yaratılıyor.

 

Bu yüzdendir ki başkaları uyusa bile Türk milliyetçileri lâikliği her an ve her alanda ödünsüz savunmalıdır.

 

 

22 Mart 2024 Cuma

Satın Alınan Vatandaşlıkla Demokrasicilik Oynamak..


(Bunları, olası bir kıyamet durumunda fikir tohumları olsunlar diye yazıyorum. Çünkü aklımız çoraklaştırılıyor ve sürekli saldırı altında.

Gerçeği durmadan “başkasından alıntılanan bir şey” olarak görmekten, kavram geliştiremiyoruz. Bu yazılar aynı zamanda gönüllü bir cehalete ve tanımsızlığa kendisini mahkûm eden Türk Milleti’nin kavram dağarcığını oluşturmak ve korumak için yazılıyor.)

 

Vatandaşlığın “evrensel”  bir tanımı yapılabilir mi? Hayır…

 

Çünkü “vatan” kelimesinin bizim için ifade ettiği “değerler” başka toplumlarca paylaşılmayabilir ya da farklı anlamlara gelebilir.

 

Vatan: Egemenliğini ve bağımsızlığını kanıyla kazanmış bir ulusun, üzerinde egemenlik aygıtlarını hiç kimseye hesap vermeden kullanabildiği, sınırları diğer uluslara zorla kabul ettirilmiş toprak parçasıdır.

 

Bu, özünde Türk bağımsızlığına ve egemenliğine dayalı bir tanımlamadır. (Şurası kesindir ki biz bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi başkalarına göre anlamak ve tanımlamak zorunda değiliz ki bu da “bilişsel bağımsızlık” olarak adlandırılabilir.)

 

Peki o halde vatandaşlık nedir?

 

Vatandaşlık: Kendi vatanında bağımsız ve egemen yaşayan bir ulusun, toplumsal düzenine ve devletinin kuruluş ilkelerine uymak kaydı ve şartıyla o vatanda temel haklardan ayrımsız yararlanabilmek halidir. Bu kayıt ve şart altında bu haklardan yararlanan insana da “vatandaş” denir.

 

Görüldüğü gibi “vatandaşlıkta” ölçü ırk, kan, soy benzerliği vs değildir, doğrudan doğruya vatana ve onu vatan yapan ulusa, o ulusun “değerlerine” tartışılmaz ve bölünmez bir bağlılık duymak, bu bağlılığın gereklerini yerine getirmektir. Tanımda bu değerlerden bahsedilmemesi tanımdaki vatandaşlık kayıt ve şartının, bu değerleri içeriyor olmasındandır.

 

Dikkat edilirse vatandaşlık bir kayıt ve şartla bağlıdır. Kayıtsız şartsız vatandaşlık diye bir şey yoktur. Bunun sebebi, “vatandaşlığın” da temel haklar gibi ancak “sorumluluk ihlali olmadıkça” dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez bir menfaat olmasındandır.

 

Neden böyledir? Çünkü canımızın istediği yere canımızın istediği zaman gitmemizi sağlayan şey, temel haklarımızın evrenselliği değildir. İçinde yaşadığımız vatanın varoluşuna aykırı davranmayacağımıza dair beklentileri kabul ettiğimizin herkesçe “masumiyet karinesi” altında kabul edilmesidir. Vatanın varoluşuna kayıtsız şartsız bağlı olduğumuza dair ortak kabulümüz “vatan” üzerinde menfaatlerimizi istediğimiz gibi arayabilmemizi mümkün kılar ve  güvenceye alır.

 

Dolayısıyla vatanı vatan yapan milletin bağımsızlığına, egemenliğine ve kimliğine saygı ve dahası bağlılık duymaksızın vatandaş olmak mümkün değildir. Dünyanın her yerinde uluslar kendi farklı toplumsal düzenlerini kurmuşlar ve farklı ideolojiler belirlemişlerdir.  Buna karşılık hiçbir ulus ne vatan olgusundan vazgeçer ne de vatandaşlığın gerek-şartlarından.

 

Peki bunun bizim için önemi nedir?

 

Öncelikle Kürtçü etnik ırkçılığın silahlı ve silahsız bütün unsurları,  Türk vatanının milleti ve devletiyle bölünmez bütünlüğünü açıkça ve sürekli reddederek vatandaşlığın gerek şartlarını sürekli ihlal etmekte ve hakkında kanun  olmamasına rağmen “vatana ihanet “suçunu her gün işlemektedir.

 

Medeni bir ülkede vatandaşlık hakkının iptaline sebep olabilecek bir “suç” milli egemenliğin mabedinde milli egemenliğe ortak çıkabilmektedir.

 

Bunun da ötesinde ülkede nasıl elde ettiklerini anlayamadığımız bir vatandaşlık menfaatiyle milyonlarca yabancı, Türk bağımsızlığını ve egemenliğini açıkça reddederek vatandaşlık hakkını sınırsızca sömürebilmektedir.

 

Bu iki kesimin fiilen Türk vatandaşlığıyla hiçbir ilgileri yok.

 

Resmî zorlayıcılık, vatandaşlığın anlam ve önemini fiili uygulamalarla açıkça yıpratmaktadır.

 

Bu durumda “vatandaşlık almış” Suriyelilerin durumu da şu şekilde açıklanmalıdır:

 

Medeni ülkelerde ancak uzun ve denetlenebilir bir uyum sürecinin sonucunda alınabilen vatandaşlığın parayla satın alınabilmesi mümkün değildir. Bu şekilde alınan vatandaşlık herhangi bir yürütme organının izniyle sağlanmış olsa bile hukukun temel ilkelerine kesinlikle aykırıdır. Böyle bir menfaat temini,  Türk ulusunun bağımsızlığı ve egemenliği red ve inkâr edilmeksizin mümkün olamaz.

 

Kaldı ki herhangi bir şekilde elde edilen vatandaşlık ebedi ve dokunulmaz değildir. Vatandaşlık, vatanı var eden her unsurun tartışmasız ve sürekli savunulması sorumluluğunu taşır. Dolayısıyla herhangi bir Türk vatandaşı bu vatanda doğmuş dahi olsa Türk bağımsızlığını, Türk egemenliğini , Türk onurunu gözetmekten imtina ettiğini söylediği anda bu vatanda edindiği bütün menfaatlerden de imtina ettiğini beyan etmiş olur.

Bu da demektir ki   medeni, ulusal ve hukuksal temelleri yıpratılmamış olsa şu anda pek çok insanın,  çoktan vatandaşlıktan çıkarılmış olması gerekmektedir.

 

Şu unutulmamalıdır ki demokrasi “vatandaşlıktan üstün” bir değer değildir. Demokrasi ancak “vatandaşlar” arasında geçerli olan bir yönetim biçimidir.

 

Nasıl hileyle elde edilen malın mülkiyeti elde edilemiyorsa, üstünde yaşanılan toprağın değerlerinin bedeli ödenmeksizin “vatandaşlık” da  elde edilemez.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

21 Mart 2024 Perşembe

Mutluluk Görevi II

 

Film devam ediyor…

Mutsuz olmak için pek çok sebep var.

 

Aslında mutsuzluk mutluluktan çok daha akılcı görünüyor.

 

Öyle ya hastalıklar var, fakirlik var, en önemlisi ölüm var. 

 

Öyleyse mutluluk nedir sahiden? Ya da… Fakirlerin mutlulukları gerçek midir meselâ? Bu bir yalan mıdır,  bir züğürt tesellisi midir? “Züğürt tesellisi” boş bir şeyse mutluluk parayla kendiliğinden geliveren bir şey midir?

 

Paranın mutluluğu satın alıp alamayacağını bilmiyorum ama galiba neden mutlu olmamız gerektiğine dair bir şeyler biliyorum ya da -Wittgensteincı bir ihtiyatlılıkla söylemek gerekirse- “seziyorum”.

 

Mutluluk aslında bir “görev”. Görev kelimesi hepimize biraz itici geliyor, farkındayım ama bu gerçek. Neden?

 

Çünkü yalnız yaşamıyoruz, yaşayamıyoruz. Çünkü varlığımızın bir anlamı ve önemi olduğuna inanan insanlara ihtiyacımız var. Bu öyle temel bir ihtiyaç ki diğer her şey ancak bu sağlandıktan sonra gerçek bir tatmin sağlıyor. Bu öyle temel bir ihtiyaç ki dünyanın bütün varlıklarına herkesten daha kolay ulaşılabilen ülkelerde bile temine dilmemesi halinde insan, bunalıma ve intihara sürüklenebiliyor.

 

Hayatımızın ilk yıllarında bu ihtiyaç, ebeveynimizce karşılanıyor ama sonra hayatımıza başkalarının -yani eşlerimizin- girmesi gerekiyor. Sonra eşlerimizin bize sağladığı doyumu çocuklarımıza aktarmamız ve öğretmemiz gerekiyor ve insan nesli ancak böyle devam ettirilebiliyor. Ama işi neslin devamına bağlayarak basitleştirmeyeceğim.

 

Peki ama hâlâ mutluluğun neden bir görev sayılması gerektiğini açıklayamadık değil mi?

 

Eğer çevremizde… Varlığını bizim varlığımızla birleştiren, bizimleyken mutlu olan, neşelenen, gülen insanlar varsa; varlığımız gerçekten bir anlam ve önem taşıyor demektir.  Bizi varlıklarının bir parçası haline getiren insanların olması, bizim onları korumamızı, onlara özen göstermemizi gerektirir. Aksi takdirde birer parazit/asalak oluruz.

 

Peki ama sevdiklerimize nasıl özen gösterecek, onları nasıl koruyacağız?

Şüphesiz onların sağlıklarını korumak herkesin akıl edebileceği ilk şey.

Fakat sanırım sevdiklerimizi asıl mutlu eden şey, onlarla birlikte olmanın bizim için önemli olduğunu onlara göstermek.

 

Kendimiz için istediğimiz şeyin onlar tarafından da istendiğini düşündüğümüzde ortaya mucizevi bir sonuç çıkıyor: Mutluluk, bize hayatın bir borcu değil.

 

 Mutluluk, bizim sevdiklerimizin varlığının kıymetini bilmemizden ibaret. Mutluluk, sevdiklerimizin eşsiz varlıklarının, hayatımıza kattıklarının sürekli farkında olmaktan ibaret.

 

İşte mutluluğu bir “görev” yapan da bu farkındalığın sürekli kılınmasının gerekli olmasından…

 

Neden? Çünkü geriye dönüp baktığımızda aslında bütün işin, bir başkasıyla asla biriktiremeyeceğimiz sayısız ve  eşsiz bir  anılar albümü oluşturmaktan ibaret olduğunu anlıyoruz.

 

Neden? Çünkü tek bir hayatımız var ve o da çok sınırlı. Bu da onu en iyi şekilde değerlendirmemizi gerektiriyor. Bu da sevdiklerimizin hayatını da değerli ve önemli görmemizi gerektiriyor. Bu da sevdiklerimizin hayatlarını da sevinçle aydınlatmamız gerektiğini gösteriyor. Ve bu da onların hayatlarının bizim hayatımızı nasıl aydınlattığını onlara göstermemiz gerektiğini gösteriyor.

 

Ve bu da neden mutlu olmamız gerektiğini gösteriyor.

 

İşte bu yüzden mutluluk her şartta yerine getirilmesi gereken bir görev. Eğer onun bir görev olduğunu anlayamazsak sevdiklerimizin mutluluğu için sorumluluk duymak yerine sürekli almak ve elde etmek arzusunun o şekilsiz ve güçlü akıntısına kapılıp kendimizle birlikte yanımızdaki herkesi de o akışa sürükler ve mutsuz oluruz. Kendi başımıza ne yaptığımız bizi ilgilendirir ama ya bizimle mutlu olan, yanlarında olmamıza ihtiyaç duyan ve zor zamanlarında bizden güç alan insanlar, onlar ne olacak?

 

Bunları kendime yazıyorum. Çünkü kendi aklımın yalnızca kendime yettiğini biliyorum.

 

 

 

 

 

 

20 Mart 2024 Çarşamba

Cıvıltılar 5


Öyle görünüyor ki seçimlerden sonra Türkiye'nin bölünmesi artık daha "rahat" şartlarda  tartışılacak. Çünkü PKK destekçisi partilerin belediyelerle örgütü destekleyebilmesinin önü açılacak

Solun gericilikle suçladığı popüler şeriatçılık,  Marksist Kürtçülükle ortak düşmanı saydığı Türk egemenliğini bu seçimlerde neredeyse resmen ortadan kaldırabilecek.  Belediyelere "kayyum atamamak  vaadi", belediyelerin TC aleyhine PKK desteğine zımni destek vermek demek.

Fiilen Türk egemenliğinin yok sayıldığı, Andımız'ın kaldırıldığı, Türklükle ilgili her endişenin, duygunun doğrudan ahlâk dışı ve insanlık suçu sayıldığı bir devirde Solun tek derdinin, düşmanının Zafer Partisi ve Türkçülük olması beni kınayan solcu dostlara hiç tuhaf gelmiyor.

Şu anlaşılmalıdır ki siz ağzınızla kuş tutsanız,  Türk vatanının bir kısmını Kürt etnik ırkçılarına elinizle teslim dahi etseniz, emeğinizle, enerjinizle, varlıklarınızla kendinizi Kürt etnik  ırkçılığına köle etmedikçe etnik ırkçı terör dinmeyecektir.

Kaldı ki siz kendinizi köle edip de Marksist bir enternasyonalist proleter cennete ulaştığınızı, devrimi gerçekleştirdiğinizi sansanız bile bitmeyen bir sözde tarihi kinle sürekli aşağılanacak ve Türklüğünüz size bir suç gibi hatırlatılacaktır.

Dinle kardeşlik kurulabileceğini sananların ülkeyi getirdikleri hal ortada... Saçma sapan tarih telakkileri ve cahilce iktisat analizleriyle bilim yaptığını sanan bir ahmağın hayallerine uyan sevgili solcuların da ülkenin gidişini anlayabildiklerini sanmıyorum.

Türksüz Türkiye'de PKK eşkıyasına boyun eğmeyi ucuz yollu proleter devrim sayabilecek herkese bir kere daha durup düşünmelerini hararetle öneririm. Çünkü şunu anlıyorum ki sol, proleter diktasını kurmak için iç savaş dahil her durumu "devriminin" bir merhalesi sayıyor.

Ve sol için devrimin yapılmadığı bir ülke, aslında "sınıf savaşının devam ettiği" bir tür "dar-ül harp". Dolayısıyla  Türkiye'nin bölünmesi durumunda şahsen ben hiç bir solcuya sırtımı dayayamayacağımı düşünüyorum.


11 Mart 2024 Pazartesi

Cıvıltılar 4

 Bir fikrin belirgin aykırılığı, "onun ezberlenmiş saçmaları yanlışladığı" anlamına gelmez.  Bu bazen mümkündür ama Marksistlerin istisnasız sergilediği gibi  genellikle sadece, içinde yaşanan ortam hakkındaki derin cehaletten ve kesin inançtan kaynaklanır.



Neden böyledir? Çünkü Marx dünyayı anlamak yerine değiştirmek gerektiğini söylediğinde, aslında  dünyanın  hakkında hiç bir fikri yoktu. Hiç bir insanın bütünüyle kavrayamayacağı bir sosyal ilişkiler ağını anlamaksa çok zordu.


Tembeller ve kesin inançlılar,  anlamadıkları şeyi  ya derhal reddeder ya da ona taparlar. Marx sayfalar dolusu tanımsız, dayanaksız ve tutarsız şey yazarken  tembellik etmiyordu ama toplumsal düzenliliği daha özenli gözlememekte tembellik ediyordu.


Marx ayrıca bütün "diyalektik"  söylemine rağmen, diyalektiğin kendisini bile "biricik ve ideal izah tarzı"  olarak benimsiyordu. Buna karşılık  aslında düşüncelerindeki "tek yönlülük/kaçınılmazlık" vurgusu,   dinî bir kesin inançtan başka bir şeyle desteklenmiyordu. 


Dolayısıyla Chomsky gibi yeni Marksistlerin "deha örneği" gibi sunulan aykırı fikirleri aslında cehaletin nakilci bir kesin inançla sergilendiği bir Dunning- Kruger sendromundan başka bir şey değildir.

6 Mart 2024 Çarşamba

Cıvıltılar 3

 Entelektüel, sürekli ve etraflı düşünen insandır. Disiplinler arası bağlantıları gözetir ve hayatın bütünü hakkında sürekli bilgi sahibi olmaya çalışır. Oysa akademisyen kendi konusu hakkında uzmanlığını derinleştirmeye çalışan bir bilgi madencisidir.

Edward Said açısından akademisyen, "profesyonelleşme ve uzmanlaşma" ile zehirlenmiş bir bilgi işçisi gibidir. Konusunun derinliklerine dalarken yeryüzünün değişimlerinden kendisini yalıtır.

Medeni bir memlekette felsefe başlı başına bir değerdir. Tutarlı önermeler, kimden gelirse gelsin kabul görürler. Dolayısıyla bilginin kaynaklarından biri de entelektüellerdir. Bu yüzdendir ki "entelektüel", medeni memleketlerin vatandaşıdır.

Yarı medeni memleketlerde ise  "bilgi", ancak "daha muteber kaynaklardan" alıntılanan ya da doğrudan ölçümle elde edilen veri  ve belki ancak bunlara dayanılarak ürkekçe sentezlenen çıkarımdan ibarettir. Dolayısıyla böyle bir kültürde entelektüel değersiz bir üfürükçüdür.

Medeni memleketlerde bilginin ölçüsü  düşünce disiplini ve tutarlılıkken yarı medeni memleketlerde "akademik kadrodur". Bundan dolayıdır ki kadro sahibi bilgi profesyonellerine ait sayısız saçmalık ve hurafe, kamuoyunda kendisine yer bulabilmektedir.

Cıvıltılar 2

 İnandığınız gibi yaşamak istiyorsanız, inancınızın gerektirdiği gibi de giyinmeli her şeyinizle inancınızı göstermelisiniz. İnsanlarla konuşurken laik, akılcı batılı giyimin  itibar normlarını kullanırken  şeriatı savunmanız, insanları yanıltmaktır.


"İnandığınız gibi yaşamak", akla başvurmaksızın "gerçek" olduğundan emin olduğunuzu düşündüğünüz biçimde yaşamak demektir. İnsanın her şeye inanması mümkündür fakat gerçekliğimiz, aklın sınırları olduğu kabulüyle belirlenir. Dolayısıyla inanç, sınırsız bir hak değildir.


Bu yüzdendir ki sınırları belli olmayan, kaçınılmaz biçimde aşırılıktan beslenen herhangi bir "inancın" toplum hayatına yön vermesine, insanı korumaya yönelmiş, sınırları akılla sürekli denetlenen siyasal sistemler içinde yani laik sistemlerde izin verilemez.

Cıvıltılar 1

 Birey için geçerli olan toplum için de geçerlidir. Bu yüzden toplum da suç işleyebilir, kötüleşebilir, "yargılanabilir". Nasıl birey ancak suç işlediği ana kadar kayıtsız şartsız masum sayılırsa toplumlar da böyledir. Bu yüzden söz gelimi Kürtçü siyasetin "meşruiyeti" kalmamıştır.

Ulus devletinde ulusun kaderi, ulusun bireyleri tarafından belirlenir. Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur. Fakat bu "kayıtsız şartsız" egemenlik, ulusa "intihar etmek" hakkını vermez; tıpkı bireyin de "intihar hakkının olmaması" gibi.

Birey nasıl temel haklarını , deli, katil, hırsız vs. olmak için kullanamıyorsa partilerin de toplumda, var oluşu, temel hakları zedeleyici siyaset yapmaya hakları olamaz. Bir parti ancak  ulusun var oluşuna aykırı davrandığı ana kadar meşrudurlar. Sonrasında hain ve suçlu olur.

25 Şubat 2024 Pazar

Türk Milliyetçiliğinde Şeriatçı Paradigma Ve Arvasi

 

 

Türk milliyetçiliği git gide şeriatçı bir kimliğe bürünüyor.

 

Üstelik de bu yönelim, şeriatçılığın insanlık dışı tahripkâr yüzü, kendisini git gide daha cüretkâr gösterirken meydana geliyor.

 

Bu yönelimde en dikkat çekici belirti, Arvasici milliyetçiliğin kendisine İslamcı bir çizgi ve evren belirlemeye gayret etmesi.

 

1969 kurultayından sonra milliyetçiliğin yönünü popülist İslâmcı çizgiye kaydıran Arvasi sözde milliyetçiliğinin felsefi bir içeriğinin olmadığını kimse görmek istemiyor. Özü itibariyle Türkçe ve Türkçü bir zihniyete sahip olmayan, Türk’ü ancak kendisine göre İslâm’â yakınlığı ve faydası ölçüsünde seven bir insanın yalnız ve ancak Türk için yaşaması mümkün değildir.

 

Arvasi milliyetçiliğinin bütün amacı Türk’ü “Türk üstü” bir İslâm idealine göre şekillendirmek,  Türk ahlâkını İslâm adına Arap örfüne göre biçimlendirmekten ibaret. Dolayısıyla Arvasi’ye  göre Türk’ü sevmek, gayrıTürk bir Müslüman’ın dinden ötürü Türk’ü sevmesinden başka bir şey değil. Dolayısıyla Arvasi’yi milliyetçiliklerinin temeli yapanlar, aslında  İslâm’dan ötürü Türk’ü sevmeye çalışan Arap ya da Kürt Müslümanları olarak düşündüklerini fark edemiyorlar.

 

Oysa merkezine Arap örfünü alan İslâmcılığın içinde Türk’e yer olmadığı gibi Türk’ün şerefli, asil olması için İslâm’a ihtiyacının olmadığını da bir türlü göremiyorlar.

 

 Fikirlerini Arvasi üstüne bina eden milliyetçilerle Türkçülerin yolları bir yerde ayrılacaktır. Arvasi’nin yolundan gidenlerin “Kürt-İslam” bölücüleriyle mücadele etmesi çok zordur.

 

Daha kötüsü Arvasi çizgisindeki milliyetçilerin cumhuriyetin bütün yenileşme ve medenileşme çabalarını “ seçkinci bir avuç yabancılaşmış azınlığın adeta gâvurca azgınlığı” gibi görmek eğilimidir. Bu bakış zaman zaman Atatürk’ün de bir tür dinsiz devrimci faşist gibi görülmesine  dek varabilmektedir.

 

Doğrudur…  Türk devriminin belki o dönem Türk halkında “bir karşılığı” yoktur. Fakat sorun şudur: Aklı midesinden ve menfaatinden öteye çalışmayan fakir ve yılgın bir kitlenin bir hukuk devletinde yaşaması için yapılması gereken, onun suyuna giderek rızasını kazanana kadar ona taviz vermek değildi.

 

Oysa bugün görünen odur ki Arvasi milliyetçiliği Türk devriminin dilden müziğe kadar yaptığı her şeyi adeta “toplum düşmanı” , iğrenç bir zorlama olarak niteliyor. Arvasi çizgisindeki milliyetçiliğin toplumun estetik birikimine, felsefi  dağarcığına, mantık gücüne katabileceği hiç bir şey yok. Arvasi milliyetçiliği, sadece  dozu günden güne artan bir şeriatçı popülizmi, “ öze dönüş” gibi görerek bu akım ile Türk milliyetini Arap emperyalizmi ve Kürt feodalizmi karşısında savunmasız bırakmaktan başka bir iş yapmayacaktır.

 

Arvasicilik, Nakşilik ve diğer tarikatlerin İslamcılığı, bugün siyasal kitle milliyetçiliğini kendisine köle etmiştir.

 

Türkçülerin bu yeni popülist milliyetçilikle hiçbir ortak noktaları yoktur ve olmamalıdır.

 

Türkçüler uyanık olmalı ve dinciliğin her türlü sızma teşebbüsüne karşı Türk İnkılâbını/Devrimini, Atatürk’ü, çağdaşlaşmayı, laikliği ve ulusal egemenliği yılmadan savunmalıdır.